Birkaç hafta önce demiştim ki, Türkiye solunun bir Kürt sorunu birikimi, hatta “tarih tezi” vardır… Bunu hatırlatmak gerekiyor, çünkü son on yıllarda bu birikim inkâr edilir oldu. Ne de olsa, çözüm niyetine “İslam kardeşliği” uydurması ortaya atılacaksa, solun sözünün örtülmesi, unutturulması gerekiyordu. Mümkünse “Kürt düşmanı” ilan edilmeliydik!
Böyle böyle kendinden utanan, geleneklerini karalayıp onlardan kopan bir “solculuk” elde edildi. Bu yeni solculuk, Kürt ulusal taleplerinin destekçiliğinden ibaretti…
Oysa “biz” yeni başlamamıştık bu meseleyi konuşmaya.
* * *
Son zamanlarda çekiştirilmek istenen Mustafa Suphi’den bu yana düşünüyoruz, konuşuyoruz…
Suphi, Osmanlı’nın çözüldüğü, işgalle çöktürüldüğü ve Türkiye’nin kurtuluş sancılarının hissedildiği dönemde, yani her şeyin tartışma masasına geldiği bir zamanın insanıydı. O sıra Kemalizm dâhil, herkes Kürtlerin, Lazların ve başkalarının varlığını hem kabul etmişti, hem de ulusal topluluk veya etnisitelerin yeni Türkiye’ye nasıl bağlanacaklarına dair akıl yürütmekteydi.
Komünistler de bu sesli düşünmeye katıldılar. Ama bu altüst oluş döneminden “model” çıkartmak, örneğin Mustafa Suphi’nin federasyoncu olduğunu iddia etmek fantezi kaçar. Ama Suphi’de daha sonraki birikimle uyumlu ilkelerin, yaklaşım tarzının izini ararsak eli boş dönmeyiz.
Bir kere, sol, sömürüye son vermeyi en başa yazar. Sol, milliyetçi, milli çıkarcı değil, sınıfçıdır. Bu yol bizi emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı konumlanışa götürür. Milli çıkar niyetine emperyalizmle uzlaşıldığına çok rastlanmıştır. Sınıfsallıktan hareket edenlerin bağımsızlıkçılığı geri dönüşü olmayan bir yoldur.
Anti-emperyalizm, bağlantılı bütün başlıkları etkileyen bir ilkeydi. Çıktıları da gayet somuttu: Yeni Türkiye emperyalist paylaşım planının geri püskürtülmesi anlamına geliyordu. Paylaşılmaktan kurtulmak, yeni ülkenin Boğazlara, Anadolu’ya egemen olması, Kafkaslara dayanmasıyla mümkündü. Yoksa püskürtülen planda yazılıp çizilene benzeyen, son derece dayanıksız, en az öncülü kadar “hasta adam” bir Osmanlı bakiyesi kalırdı elde.
Bu toprak parçasında ulusal ve etnik bir çeşitliliğin hüküm sürdüğü kimse için sır değildi. Dolayısıyla yeni Türkiye ulusal sorunlarla birlikte doğmuştur. Yakın tarihimiz bu sorunların görmezden gelinmesinin ve etrafından dolanılmasının tarihidir. Komünistlerinse ilkeleri ve tezleri olmuştur.
İlke demişken, Sovyet Rusya’yı, ilk sosyalist işçi devletini unutamayız. Britanya başta olmak üzere emperyalistlerin boğmak istedikleri Ekim Devrimi’nin Karadeniz-Kafkasya güvenliğinin nereden geçtiği açık değil mi? Bizim için sömürüye son verilen ilk deneyiminin korunması, elbette bir ilke olacaktı. Komünistler Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesi olasılığına, emperyalizme yarayacağı, sosyalizm için kâbus anlamına geleceği için uzak durmuşlardır.
Aralarında somut bir bağ kurulmuş olsun veya olmasın, yeni Türkiye’nin oluşumuna taş koyan hareketler ile emperyalizm arasında bir çıkar ortaklığı gizlenir. Kürt isyanları Londra’yı heyecanlandırmış, Moskova’yı kaygılandırmıştır.
* * *
Eşyanın tabiatı gibi, komünizm “sınıfçı”dır.
Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk dönemindeki Kürt hareketleri sınıfsal olarak feodalite tarafından belirleniyordu. Bu durum, farklı ulusal kimlikler arasında değil, bir ulusal topluluğunun içine dair bir derttir. Feodalite, aşiret yapısı, onlara eşlik eden tarikatlar, herkesten önce yoksul Kürt köylüsünün başının belasıdır. İsyanlarda kanı dökülen bu yoksul Anadolu insanlarının sayısını bile hesap edemiyoruz. Zaten kim nerede görmüş egemenlerin halk kitlelerini cepheye, ölüme sürmediklerini? Sıradan insanların, yoksul halk çocuklarının bize miras kalan büyük acısının, olayın sınıfsallığını örtmekte kullanılmasına izin veremeyiz!
Bir taraf feodal idiyse, diğer taraf da kapitalizm yolunu seçiyordu. Doğrudur, ama farklı düzenlerin “sömürü” ortak paydasının “eşit mesafe doktrinine” yol vermesi saçma olur. Bir taraf geri olandır, diğer tarafta yurttaşlık vardır, temel eğitim vardır, kadın hakları, kentleşme, halk sağlığı vardır… Salgın hastalıklara karşı mücadele de, okuma yazma seferberliği de, kadınların seçme seçilme hakkı da bizimdir, solundur. Ve sol bundan fazlasıdır. Cumhuriyet kapitalizmin ufkunu aşamadığında kazanımların hepsi yarım kalıyor. Kürtlerin eşit yurttaşlığının reddinde olduğu gibi… Yarım kalmışlık sol tarafından, sosyalizme doğru tamamlanmadığında hikâyenin sonunu biliyoruz. Kapitalizm cumhuriyetin katili oluyor. Hatta sermaye düzeninin sahipleri ve egemenleri utanmadan baskıların, eksiklerin, yanlışların günahını Cumhuriyete, Cumhuriyetçilere fatura ediyorlar!
Türk kapitalizmi Kürt feodallerinden kırpıp kırpıp kapitalist yaptı. Bunlar da sömürünün yenilenmiş düzenine iltihak ettiler. Geriye emekçi halkın yoksulluğu, çaresizliği, inkâr edilmişliği, dökülen kanı kaldı…
Başlangıçta feodal reaksiyon, merkezileşme karşıtıydı. Merkezileşmenin bir ayağının Kürt kimliğinin baskılanması anlamına geldiği doğruydu, ama ağalık altında ulusal kimliğin çiçek açacağı kuyruklu yalandır. Merkezilik demişken; kim halk sağlığı, eğitim hakkı ve diğer tarihsel ilerlemeleri savunur ve yeniden ayağa kaldırmaya niyetlenirse merkezi bir yapıya ihtiyaç duyacaktır.
* * *
Peki, sol ne yapmıştır?
Siyasetin bir özeti de “güç ilişkisidir.” Sol, bu kavgada verili güç dağılımı ve dengeleri çerçevesinde pozisyon alabilirdi. Çok etkisiz kaldığımız bir gerçek…
Ancak etkimizin çok ötesine uzanan bir tezimiz olmuştur. TKP’ye ve Komintern’e ait olan bu tezi küçümsemek kimsenin, hele emperyalizm yanlılarının, “İslam kardeşlerinin”, ağalık övgücülerinin, Türk ve Kürt inşaat tekellerinin haddi değildir.
Eski düzenin mağduru olan köylülük, Cumhuriyet Devriminin müttefiki haline getirilmeliydi. Toprak düzenine müdahale edilebilirdi. Bu müdahale mülksüz kitleleri özneye dönüştürebilirdi. Ademi merkeziyetçi feodalitenin tepeden askeri araçlarla değil, Kürt halkının enerjisi devreye sokularak dağıtılması, neden mümkün olmasındı?
Mümkündür! Sovyetler Birliği’nin parçası köylü ülkelerinde toprakta özel mülkiyete son verilmeye çalışılmış, kooperatifleşme ve devletleştirme modelleri geliştirilmiş, bu doğrultuda köylülük örgütlü kılınmıştı. Buraya kadarı “tezimizdir.” Güç ilişkisiyse bizden yana olmamıştır. Önce TKP’nin işçi sınıfıyla Kürt yoksul köylüleri arasında böyle bir ittifakın temsilcisi haline gelmesi gerekirdi.
Cumhuriyet başka bir stratejiye soldan zorlanamayınca, çeşitli nedenlerle tarihsel yanlışını yapmış ve sömürülen halka el uzatmak yerine Kürt sömürücüleri karşıt ve yandaş diye bölmeye bakmıştır. Sonuçta Kürtlerin çoğunlukla yaşadıkları bölge onlarca yıllığına aşiret düzenine terk edilmiştir.
İhmal edilemez bir boyut da feodalite/aşiret yapısının geri ideolojilerin ve tarikat örgütlenmesinin kokuşmuşluğu anlamına geldiğidir. Bu durum, ileride hem solun karşısına çıkartılacak, hem de Cumhuriyeti dağıtan karşıdevrimin kaynaklarından birini oluşturacaktı.
TKP’nin emperyalizme karşı bir ülke kurmaya çalışan ve Sovyet Rusya ile dostluktan uzaklaşmayan Kemalist hükümete verdiği desteğin içinde Kürt düşmanlığı arayanlar, emperyalizm ve feodal aşiret karşıtlığını örtmek istemişlerdir. Belli ölçülerde başarılı oldukları doğrudur.
Ama gerçek buradadır. Kürt sorunu üstüne Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdıklarında, katledilen köylü kitlesini gerici liderlikten ayırt etme çabasını görürsünüz. Kıvılcımlı partisinin hattına karşı çıkmıyor, tersine bu hattı beslemeye, derinleştirmeye, somutlamaya uğraşıyordu. Meraklısı İhtiyat Kuvvet Şark’a bakmalıdır. Bizim birikimimiz doğrudur, onurludur, ilkelidir, ahlaklıdır.
* * *
Öyle olduğu için 1960’larda, artık modernleşme Kürtlere de ulaşıp meyvelerini verdiğinde demokrat/sosyalist Kürt gençleri birinci TİP’i evleri belleyeceklerdi. Geleneksel yapıdan yana, sağcı Kürtler aşiretçi, Barzanici, diğerleri TİP’li oluyordu.
Kürt sorununda sözünü sakınmayan bir diğer sol kulvar da Doğan Avcıoğlu’nun Yön hareketi tarafından açıldı. Solcu ve Kemalist Avcıoğlu sözünü sakınmamıştır. Dergi koleksiyonları orada duruyor.
Meraklısı TİP’in 1970 Kongresinde aldığı ve 12 Mart darbesinden sonra kapatılmasına gerekçe oluşturan Kürt sorunu kararını okumalıdır. Temelde geçerliliğini bugün de koruyan bu belge solun üstü örtülmek istenen tarihsel pozisyonuna ışık tutmaktadır.
Modern, aydınlanmacı bir Kürt dinamiği Türkiye solunun bağrında doğdu. Ama bundan fazlası, Kürt sorununun bir emek sorunu, bir emekçi sorunu haline gelmesidir. Burjuvazi emekçileri böler. Nasıl geçim kaynağı niyetine emeğinden başka bir gücü olmayan kitlelerin bir bölümünün işsiz bırakılması, yani yedek sanayi ordusu olarak kenara atılması kapitalizmin yasasıysa, bir diğer yasa da emekçilerin dinine, kültürüne, ulusal kökenine göre bölünmesidir. Kürt emekçisinin daha niteliksiz işlerde daha ucuza çalışması, iş cinayetine uğrama olasılığının daha yüksek olması kuraldır.
İzleyen yıllarda Kürt solcu ve devrimci hareketi adım adım Türkiye solundan ayrışmaya koyuldu. Solu Kürtlüğe yabancı olmakla eleştiren demagoglar, Kürt emekçilerinin ayrı bir devlet kurmak üzere ayrı örgütlenmeleri fikrini sahipleniyor olmalıdırlar. Emekçileri bölme operasyonuna karşı solu silahsız bırakan bu tutumun sorumluluğu da, acaba yeterince güçlü olmadığımız için bize mi yüklenecektir!
* * *
Geldik ulusların kendi kaderini tayin hakkına…
Komünist hareketin saflarında, ülkeler haritasının altüst oluşa gittiği 20.yüzyıl başlarından Sovyetler Birliği’nin yıkılışına kadar bu hakkın bir ilke sayıldığı doğrudur. Kendi kaderini tayin hakkı ayrı devlet kurmayı kuşkusuz kapsar. Ancak örnek olsun Batı Avrupa’nın deniz aşırı sömürgelerinde politik strateji bağımsızlıkken, başka yerlerde farklı olabilmiştir. Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü yitirmesi veya federasyon benzeri modellerle “gevşemesi” komünist hareket tarafından herhangi bir momentte benimsenmemiştir. Kaderini özgürce belirleme hakkı teslim edilen bir halka, ayrılmamasını söylemek, emekçilerin ortak geleceğini birlikte inşa etmeye çağırmak mümkündür. Solun uzun bir dönem pozisyonu bu olmuştur.
1990’lara geldiğimizde ise “kader tayinine” emperyalizm el koydu. Sosyalizmin gerçek ve güçlü bir alternatif olduğu çağda, emekçilerin ve solun önderliğinde hayata geçirilen aynı adlı “hak”, örneğin Irak’ta Barzani ile Talabani aşiretlerine ABD bombaları altında ihale edilmiştir! Yugoslav halklarının devletçiklere dağılması ulusların özgür iradesinin değil, Alman emperyalizminin ve NATO bombalarının eseridir…
Bu gerçeği dile getirenler Kürt düşmanı ilan edilmiş, bütün bir tarih, mücadeleler, analizler, ödenen bedeller görmezden gelinmiştir. Egemen güçler tarafından en ucuzundan bölücülükle suçlanıp duran, örgütleri kapatılan, militanları ve aydınları en ağır cezalara çarptırılan solu karalamak, yoksul Kürt emekçilerinin işine yaramış olamaz!
* * *
Kimlere, neye mi yaradı?
Türkiye otuz yıla yakın zamandır, karşıdevrimci, cumhuriyet karşıtı bir akımın önce ağırlık kazanmasına sonra iktidarını kurmasına sahne oldu. Bu dönüşümün sağlanabilmesi için Kurtuluş Savaşının emperyalizme karşı verilmediği, olayın Türklerin diğer halklara zulmetmesinden ibaret olduğu, laikliğin Müslüman halka zulüm olduğu yolunda bir öykü gerekiyordu.
Bunun işbirlikçi, saltanatçı, şeriatçı, tarikatçı sağcılar tarafından yazılmasının etkisi ise sınırlı kalırdı. Solun insancıl ve vicdanlı diliyle yazılırsa neler neler olmazdı ki! “AKP demokratik devrimi tamamlıyordu. Sola, Müslümanlara, Kürtlere kan kusturan Cumhuriyet’in karşısına yeni bir ittifak çıkmalıydı. Türkiye gayrimeşru bir oluşumdu. Zaten Sovyet sonrası küreselleşme ulus-devletlerin devrinin kapanması ve ulusal sınırların önemsizleşmesi anlamına geliyordu…”
Yaratılan bu iklimde solun sınıf vurgusuna, sosyalizm programına, ulusal taleplerin belirlediği dinamiklerin, parçalı toplumsal hareketlerin, kimlik mücadelelerinin de sosyalizm hedefine bağlanması tezine yer yoktu. Sol “günahlarından” arınmak için bütün önceliği Kürt sorununun çözümüne vermeli, Kürt ulusal hareketinin destekçiliğine fit olmalıydı.
* * *
Bu gösterdikleri alanın sola dar geleceğini düşündüler mi, bilmiyorum. Ama olan tam da budur.
Bir aralık sol-liberalizmin, kimlikçiliğin baskın olduğu, sınıftan kaçışın moda haline geldiği doğrudur. O günler geçmiş, emperyalizmi arkaik bir olgu, sınıf kavramını yetersiz, komünizmi hayal olarak niteleyenler Amerikan ittifakını aklamak için bin dereden su getirmek gibi zor işlere soyunmuşlardır.
Bir süre önce yeni bir çözüm sürecinin işaret fişekleri atıldı. Bahçeli’nin el sıkıştığı günden bu yana yaşananlar, “analar ağlamasın” sözünün demagojiden ibaret olduğunu tüm açıklığıyla önümüze sermiş oldu.
Kürt emekçilerinin Amerikan-İsrail şemsiyesi altında ele alınacak bir sorunları bulunmuyor. Esas alınması gereken komünist hareketin tarih tezidir, sahip olduğumuz birikimdir. Sosyalist Türkiye sömürünün olmadığı, eşitsizliklerin her türüne savaş açılmış, kimsenin kimliği nedeniyle bir diğerine göre ayrıcalığa sahip olmadığı bir düzene sahne olacaktır.
https://haber.sol.org.tr/yazar/kurt-sorununa-bakmak-396905