Hatırlatmalar | Ortadoğu’da Amerikan demokrasisi
Suriye şimdi nereye gidiyor, neler yaşanabilir, istikrar mümkün mü, nasıl bir rejim kurulacak sorularının herkesi meşgul ettiği gelişmeler içinde, Afganistan’dan Irak’a kadar Ortadoğu’nun yakın geçmişini hatırlatmak aynı zamanda yakın geleceğe de ışık tutmak için önem kazanmış durumda.
Cihatçı çetelerin iktidar deneyimi ile ilk kez Suriye’de karşı karşıya gelmiyoruz. Ortadoğu yarım yüzyılı aşkın bir zamandır ABD emperyalizminin müdahaleleri doğrultusunda şekillenirken, siyasal İslamcı ve cihatçılar da bu müdahalelerin en önemli öznesi olarak öne çıktılar. Siyasal İslamcılığın şekillenmesi de içsel dinamiklerin ötesinde, Amerika’nın Soğuk Savaş politikalarına bağlı olarak gerçekleşmiştir. Sovyetler Birliği’nin “kutsal savaşla” kuşatılması adına yürürlüğe konulan “yeşil kuşak projesi” içinde şekillenen siyasal İslamcılık, Ortadoğu’da özellikle Sovyetler’in Afganistan işgali sonrasında şekillendirilmiştir. Afganistan, cihatçıların merkez üssü haline getirilirken, on yıl sürece işgal boyunca tüm bölgede etkinleştirilmiştir. Sovyet sonrası dünyada ise ABD kendi yarattığı gücü kontrol etmek ve kendisine yönelebilecek riskleri ortadan kaldırmak üzere, BOP ekseninde ılımlı İslamcılık üzerinden yeni bir süreç başlatmıştır. AKP ile birlikte Müslüman Kardeşler’in bölgede öne çıkması, El-Kaide benzeri örgütlenmelerin hedef alınırken onların içinde kontrol edilebilir yeni cihatçıların yaratılması bu sürecin bir parçası olarak yaşanmıştır.
Yakın tarihimize baktığımızda ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrasındaki Afganistan ve Irak işgalleri, Arap Baharının ardından Libya ve Suriye’ye uzanan müdahalelerinde de bunu görüyoruz. Afganistan yirmi yılı aşan bir işgalin ardından, Taliban’ın ortaçağ karanlığına teslim edildi. Parçalanan Irak’ta on yıllardır istikrarsızlık, etnik-mezhepsel ayrışma temelinde bölgesel güç mücadeleleriyle birleşerek sürüp gidiyor. Libya, Kaddafi sonrasında cihatçı çeteler arasındaki bir kabileler savaşı içinde adeta yok edilmiş durumda. On üç yıllık bir iç savaşın ardından HTŞ’nin hâkim olduğu Suriye’de ise şimdiden etnik ve mezhepsel temelli karşıtlık ve çatışma dinamiklerini kendini göstermeye devam ediyor. Ortadoğu’da ABD politikası bir istikrar oluşturmaktan çok istikrarsızlık üzerine kuruludur. Büyük Ortadoğu Projesi tam da etnik ve mezhepsel tüm kimlik çatışma dinamiklerini harekete geçirerek, sınırsız bir parçalanma içinde bir tür daha kontrol edilebilir (ve sürekli çatışma dinamiklerine sahip) butik devletlerin yaratılmasıdır. Siyasal İslamcı ve cihatçı yapılar tam da bu politikanın içinde, kışkırtılan mezhepsel-dinsel fanatizmin özneleri olduğu oranda işlevsel bir noktada durmuştur. Ancak, siyasal İslamcıların şimdi Suriye’de kendilerine atfedilen demokratik ve çoğulcu bir rejimin kapsayıcı kurucu gücüne dönüşmesi mümkün değildir. Ortadoğu ülkelerinin durumu da Suriye’de çok kısa zamanda yaşananlar da bunu göstermeye devam ediyor.
AKP ve MHP iktidarı, Suriye’den bir fetihçilik devşirerek içerde de güç kazanmaya yönelik bir politika izlemeye çalışıyor. ABD’nin Suriye ve yeni Ortadoğu hedeflerine de bağlı olarak, bir tür emperyalizmin jandarması olarak bölgede konumlanma arayışı, AKP için içerde de iktidara tutunmak için bir fırsat kapısı olarak görülüyor. Erdoğan-Colani ikilisi üzerinden kurgulanan bu Amerikan politikası üzerinden Suriye ve bölge için bir istikrar vaadi yükseltiyor. Bu yolda El-Kaide ve IŞİD uzantılı HTŞ ve Colani’nin imajı batı medyası eliyle yenilenmeye çalışılıyor. Colani, ılımlı ve demokrat profiline oturtulmaya çalışırken, IŞID ve El-Kaide içinden yetişmiş HTŞ’nin çetecileri ordudan istihbarata kadar Suriye’nin yeni iktidar yapısının kilit noktalarına yerleştiriyor. Alevilere yönelik baskı ve şiddet haberleri artarken, Kürtlerden Dürzilere kadar tüm kesimlerin yeni rejimde kendilerine nasıl yer bulacakları sorusu yanıtsız kalmaya devam ediyor.
Suriye şimdi nereye gidiyor, neler yaşanabilir, istikrar mümkün mü, nasıl bir rejim kurulacak sorularının herkesi meşgul ettiği gelişmeler içinde, Afganistan’dan Irak’a kadar Ortadoğu’nun yakın geçmişini hatırlatmak aynı zamanda yakın geleceğe de ışık tutmak için önem kazanmış durumda.
∗∗∗
AFGANİSTAN’DA AMERİKANCI ŞERİATIN KURULUŞU
Afganistan’ın bugün içinde yaşadığı baskıcı, şeriatçı rejimin temelinde SSCB’yi çevreleme ve zayıflatma çerçevesiyle başlayıp, Ortadoğu’da İslamcı aktörler eliyle kurulması hedeflenen Yeşil Kuşak projesine kadar her adımında ABD’nin emperyalist stratejileri etkin oldu.
ABD Ortadoğu’da SSCB etkisinin, özellikle de sosyalist Arap milliyetçiliğinin geriletilmesi için panzehir olarak İslamcılığı gördü. Bu yaklaşıma zemin hazırlayan en önemli gelişmelerden biri, İngiliz sömürgeciliğine karşı bir reaksiyon olarak kurulan Müslüman Kardeşler’in, 1950’ler itibariyle sosyalist, bağımsız siyasetlere karşı örgütlenerek İngiliz etkisine girmesi oldu. Önce İngilizlerin, ardından ise ABD’nin kullanışlı bulduğu İhvan hareketi, Mısır’ın sınırları dışına taşındı, Ortadoğu’da farklı ülkelerde Müslüman Kardeşler örgütlenmeleri kurulmaya başlandı. Bu stratejiyi pekiştirmek adına benzer bir formül de Suudi Arabistan’ın kurduğu Rabıta; Dünya İslam Örgütü oldu. Türkiye’de de İhvan ve Rabıta İslamcı tarikatların desteklenerek büyütülmesinin önünü açtı. Benzer şekilde ülkemizde kurulan, Fethullah Gülen gibi isimleri ortaya çıkaran Komünizmle Mücadele Dernekleri de yine bölgede sosyalizm rüzgârına karşı Batıyla uyumlu bir siyasal İslam projesinin sonucu olarak kuruldu.
ABD’nin, önce SSCB’yi sarmalama hedefi ile Türkiye’yi de içine alan dolaylı savaş stratejisi, bölgede görülen “fırsatlar” ile birlikte Yeşil Kuşak stratejisine evrildi, İhvan ve Rabıta ile başlayarak tüm bölgede doğrudan CIA finansmanı ile örgütlendirildi. Bölgede SSCB karşıtı, Batı ve neoliberalizm yanlısı ılımlı islamcı iktidarlar kuşağı kurabilme fikri Mısır’dan Suriye’ye, Türkiye’den Tunus’a farklı örgütlenmeler aracılığı ile desteklendi.
Ancak 1970’lere gelindiğinde ABD, Afganistan’daki gelişmeler sonucu İslamcılığın siyasal bir örgütlenmenin ötesine geçebileceğini fark etti. Afganistan’da doğrudan Amerikan hükümeti ve CIA desteği ile kurulup büyütülen Taliban ve El-Kaide örgütleri ile bugün hâlâ bölgemizin kaderini şekillendiren cihatçı İslamcılık yolu açıldı.
Taliban ve El-Kaide’nin Afganistan’da önemli siyasi aktörler haline gelmesi, doğrudan ABD’nin ülkede mezhep temelli, antikomünist örgütler eliyle iç savaş çıkarma stratejisinin sonucuydu. SSCB’ye karşı savaşması için finansal ve askerî yatırımların yanı sıra, bu dönemde ABD’nin müttefiki olarak yansıtılan mücahitler, aynı zamanda ana akım medyada da özgürlük savaşçıları olarak yansıtılıyor, CIA finansmanıyla dünya çapında gazetelere cihada katılma çağrısı yapılan ilanlar veriliyordu.
AFGAN OKULLARINA SOKULAN CIA CİHATÇILIĞI
Ortadoğu’da cihatçı örgütlerin oluşumu ve yeşermesi, Afganistan’da SSCB’ye karşı ABD’nin örgütlediği “mücahitlerle” başladı. Afganistan’da 1978 yılında Sovyet ve sosyalizm yanlısı askerlerin iktidara gelmesi sonucu, ABD ve Pakistan’ın finansman ve silah desteğini alan İslamcı gruplar silahlı ayaklanma çıkardı. Afganistan’da bugün Taliban’ın şeriat karanlığına giden süreç, henüz 45 yıl önce, doğrudan ABD teşvikiyle başlamış oldu. 1979’da yaşanan iç savaşı durdurmak için bu kez SSCB’nin Afganistan’a doğrudan müdahalesi, karşıt islamcı grupları ABD gözünde daha da kıymete bindirdi. Pakistan’da eğitim verilen, finansman ve silah desteği sağlanan gruplar, Afganistan’a geçerek SSCB’ye karşı iç savaşı örgütledi. ABD’nin SSCB’nin bölgesel olarak geriletilmesi stratejisinde dost ve kardeş olarak gördüğü “mücahitlere” 1979’dan 1985’e kadar toplam 250 milyon dolar yardım yapıldı. 1985 yılında dönemin Amerikan başkanı Ronald Reagan, mücahitlere SSCB’ye karşı kullanılmak üzere uçaksavar füzelerinin verilmesini onayladı. İslamabad havalimanına doğrudan ABD ikmali ile getirilen silahlar, burada radikal islamcı gruplara dağıtılıyordu.
Taliban ve El-Kaide’nin Afganistan’da önemli siyasi aktörler haline gelmesi, doğrudan ABD’nin ülkede mezhep temelli, antikomünist örgütler eliyle iç savaş çıkarma stratejisinin sonucuydu. SSCB’ye karşı savaşması için finansal ve askerî yatırımların yanı sıra, bu dönemde ABD’nin müttefiki olarak yansıtılan mücahitler, aynı zamanda ana akım medyada da özgürlük savaşçıları olarak yansıtılıyor, CIA finansmanıyla dünya çapında gazetelere cihada katılma çağrısı yapılan ilanlar veriliyordu. Amerikan kanalları Taliban’ın başarılarını kutlayan belgeseller çekip Müslüman nüfus yoğunluklu ülkelere servis ediyordu. Afganistan’da çocukların cihatçı örgütlere katılması için motivasyon çalışmaları yürütülüyordu. Taliban’ın ABD finansmanı ile kurduğu eğitim merkezlerinde ilköğretim matematik derslerinde çocuklara hız problemleri, Rus askerlerini öldüren mücahitlerin kalaşnikof mermileri üzerinden anlatılıyordu.
Tüm bu yatırımlar, daha karanlık bir ekonomi-politiği de yaratıyordu. Afganistan’da eroin üretimi 1970’lerde CIA tarafından, ülkede mücahit örgütlenmesini finanse etmek amacıyla başlatıldı. CIA Afganistan’da üretilen eroini dünya pazarına taşıyarak gelirleriyle de Taliban, El-Kaide mensuplarına silah, finansman desteği verdi. Cihatçı örgütlenmeleri doğuran, dünyayı eroinle zehirleyen, ülkeyi mezhepçi katliamlar ve kadın köle pazarlarıyla dolduran tüm bu stratejinin karşılığı olarak ABD, geçen on yıllarda batı hegemonyasına karşı önemli kazanımlar elde eden antiemperyalist ulusal kurtuluş hareketlerine karşılık olarak kendi sağcı, mezhepçi gerilla örgütleri kuruyordu.
TALİBAN DEMOKRASİSİ
Afganistan’da cihatçı İslamcılığın ABD tarafından örgütlendirilmesi öncesinde SSCB, bölgedeki Arap ülkelerinin çoğuyla yakın ilişki içerisindeydi. Kalkınmacı-bağımsızlıkçı Arap milliyetçilikleri, sömürge dönemi sonrası yerleşen seküler rejimler, Soğuk Savaşta ABD emperyalizmine karşı önemli bir uluslararası destek sağlıyordu. ABD’nin Afganistan’da Pakistan taşeronluğunda kurguladığı siyasal İslamcılık, yalnızca SSCB’nin jeopolitik etkisini kırmakla sınırlı olmadı, bütün bir Ortadoğu’nun siyasal-toplumsal gidişatını, cihatçı mezhepçilik zehriyle tersine çevirdi.
1988’de SSCB’nin Afganistan’dan koşulsuz çıkışı sonrası ülke Taliban’a teslim edilirken, Batı cihatçı mücahitlerle işinin bittiğini düşünse de tarih aksine aktı. Taliban’ın Afganistan’da 20. yüzyılda ülkede kurulan tüm seküler kurumları yıkışı, Şii katliamları, kadınların eğitimden çektirilmesi, cariye pazarlarının kurulması, El-Kaide’yle girilen siyasi ittifak… Tüm bu gelişmeler yaşanırken örgütün en büyük destekçisi ABD olarak kaldı. SSCB işgali bitmiş, Afganistan’a demokrasi gelmişti!
1990’larla birlikte, yıllardır ABD-Pakistan-Suudi Arabistan üçgeni tarafından finanse edilen, eğitilen, silahlandırılan El-Kaide vb, Afganistan merkezli İslamcı yapılar, “cihadı sürdürmeye ve yaymaya kararlıydı”, El-Kaide dünyanın farklı yerlerinde kanlı terör eylemleri düzenleyen uluslararası bir örgütlenme haline gelmişti. 11 Eylül ile birlikte ise, cihatçı İslamcılık ABD’nin Ortadoğu stratejisinde bu kez uzaktan desteklenen müttefik yerine, Amerikan ordusunun bölgedeki varlığını meşrulaştıracak, bir tür demokrasi düşmanı korkuluk işlevi gördü.
AMERİKAN ORDUSUYLA GELEN ŞERİAT
2001’de Bin Ladin’i teslim etmeyi reddeden Taliban Afganistan’ının Amerikan ordusu tarafından işgali, cihatçı örgütleri bitirmek yerine güçlendirdi ve etki alanını genişletti. Hakeza askerî varlığını ilk kez Ortadoğu’ya taşıyan ABD de bir daha bölgeden çıkmadı. SSCB’den sonra kendisine sözde yeni bir düşman yaratan El-Kaide vb selefi cihatçı örgütlenmeler, buradaki savaş birikimini sonrasında Irak ve Suriye’ye taşıdı.
2001’de başlayan ve 20 yıl boyunca dönem dönem yoğunlaşarak süren işgalin sonunda ABD bir türlü Taliban ve El-Kaide’ye karşı aradığı “ılımlı İslamcı” aktörü bulamadı. SSCB’ye karşı Taliban’ı örgütleyen akıl, yine benzer yöntemlerle, ülke içerisinde büyütülen mafya ve çetelerle yeni bir siyasal aktör yaratma konusunda başarısız oldu. İşgalin 20. yılında ABD Afganistan’dan kaçarcasına çıkarken, akıllarda şeriat karanlığından kurtulabilmek için uçak kanadına tutunmaya çalışan insanların trajedisi kaldı.
Geçen üç yılda, Afganistan yeniden tamamen Taliban’ın egemenliğine geçti. Ağır şeriat hükümlerinin uygulandığı ülkede, en ufak siyasal ayaklanma kanla bastırılıyor. Kadınların eğitime katılımı tamamen yasaklandı. Parklara, spor salonlarına ve benzeri kamusal alanlara gidişleri cezalandırılıyor. Kamusal alanda kırbaçlama, taşlama, uzuv kesme gibi şeri hükümlere dayalı cezalar uygulanıyor. Kadınlara peçe takma zorunluluğu getirildi, çalıştıkları işlerden uzaklaştırıldı.
Sonuç olarak ABD’nin 1970’lerde SSCB’ye karşı cihatçı örgütlerin kurulması ve desteklenmesi ile başlayan Afganistan harekâtı, 50 yılın sonunda 3 milyona yakın ölüm, yıkılmış bir ülke, insanlık dışı bir şeriat rejimi ile sonuçlandı. ABD’nin ilkokul sıralarına kadar soktuğu cihat propagandaları, silahlarını verdiği katliamlar, finanse ettiği mezhepçi savaşçılar, Afganistan’ı bugün Taliban şeriatında ışık görünmeyen bir karanlığa gömdü.
∗∗∗
IRAK: ABD “DEMOKRASİ” GETİRİYOR
Amerikan emperyalizminin Afganistan işgalinden sonraki ikinci durağı, henüz 2 yıl sonra Irak’ın işgali oldu. 1991’deki Körfez Savaşından bu yana Saddam’ı Amerikan çıkarlarına ters gören, Ortadoğu petrollerini ele geçirme hedefindeki Washington, doğruluğu hiçbir zaman kanıtlanamayan bir iddiayla, dünya kamuoyunun tepkisine rağmen Irak’ı işgal etti. Afganistan işgalinden beri Irak’a girmeyi hedefleyen ABD’nin Saddam’ın “kitle imha silahları bulundurduğu” iddiasını dönemin İngiliz İşçi Partili başbakanı Tony Blair, “Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları bulundurduğu su götürmez bir gerçek” sözüyle destekledi. İddialar, mobil biyolojik silah laboratuvarları gibi uçuk senaryolara kadar yükseldi. 2003 yılında henüz çiçeği burnunda AKP iktidarının o dönem iki partili meclisten işgali desteklemek için geçirmek istediği Irak tezkeresi, ülke kamuoyundaki işgal karşıtı reaksiyon ile engellenebildi.
Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Enerji Kurumunun aksi kanısına rağmen ABD’nin liderliğindeki emperyalist blok Irak’ı işgal etti. Bahanelerin gerçekliği önemli değildi, nitekim hiçbir zaman da bu silahlar bulunamadı. Ancak emperyalizmin yeni kaynak arayışı, silah, sanayi, finans sektörlerinin iştahı işgali geçerli kıldı. 20 Mart 2003’te “Irak’a Özgürlük Operasyonu” başlatıldı.
IRAK PETROLLERİNE “ÖZGÜRLÜK”
İşgal güçleri, Kuzey Irak’taki Kürt peşmergelerle birlikte 2 ay içerisinde Irak ordusunu yenilgiye uğrattı. ABD, ülkede siyasi iktidarı ele geçirdi. İşgalin 2. yılında “İslami-Demokratik” federal anayasaya geçti. Ülke etnik ve mezhepsel ayrılık üzerinden yeniden haritalandırıldı. ABD, Kuzey Irak petrollerini ele geçirdi, bölgede Barzani liderliğinde kurulan Bölgesel Yönetimi himayesine alarak ülkenin kaynaklarını güvence altına aldı.
Ancak ABD’nin Vietnam’dan sonraki en kanlı işgali olan Irak’taki askerî müdahalesi, işkenceleriyle ünlü hapishaneleri, ülkenin siyasal yapısını mezhepçi gerilimi şiddetlendirecek şekilde değişmesi, Saddam destekçisi Sünnilerin tasfiyesi gibi hamleler, ülkeyi bugün bile tam olarak bitmemiş bir iç savaşa sürükledi. Wikileaks belgelerine göre daha 6. yılında 100 binden fazla sivil ölümün yaşandığı işgal, dünya tarihine Amerikan emperyalizminin en büyük suçlarından biri olarak geçti. Ancak hep yıkım, işkenceler, katliamlarla anılan işgalin en büyük zararlarından biri, Irak’ın etnik-mezhepçi temelde bölünerek egemenlik, demokrasi ve kardeşlik temelinde birleşebilecek bir ülke olabilme ihtimalini tamamen rafa kaldırdı. En kaba haliyle böl-yönet stratejisi, Ortadoğu için yeni model haline getirildi. Bunun yanı sıra yine Irak’ta denenen, Amerikan askerî-endüstriyel kompleksinin Amerikan şirketlerinin yağması için egemen ülkelere yönelik müdahalecilik modeli 21. yüzyılın başat emperyalist stratejilerinden biri haline geldi.
Amerikan askerlerinin kontrolündeki hapishanelerde, sonrasında Wikileaks vb. sızıntılarda ortaya çıkan insanlık dışı işkence ve muameleler, Afganistan işgaliyle güçlenen El-Kaide vb. cihatçı örgütlenmelere yeni bir alan açtı. Özellikle işgal sonrası tasfiye edilen Saddam hükümeti dönemi komutanları, Irak’ta El-Kaide yapılanmalarını örgütledi. Ardından Suriye savaşında aktör haline gelecek El-Nusra ve IŞİD’in öncülü olan Irak El-Kaide’si, doğrudan Amerikan işgalinin sonucuydu. Sürpriz olmayan bir biçimde, bu örgütlerin terör saldırılarının hedefleri de büyük ölçüde işgali Amerikan askerleri değil, ülkedeki Şii siviller oldu.
BÖLÜNME YAPISALLAŞTIRILDI
Amerikan işgalinin Irak ve Ortadoğu siyasetine etkisi yalnızca cihatçı örgütlere alan açması olmadı. Irak işgali sonrası ABD’nin “özgürleştirme” ve “demokrasi” hamlesi, ülkenin tüm siyasal yapısının ancak etnik ve mezhepsel temelde temsil edilebildiği bir modeli yarattı. Tüm yasama ve yürütme aygıtlarının Sünni, Şii ve Kürt temsili üzerinden bölündüğü bu yapı, bahsedilen kimlikler arasındaki hiyerarşiyi kristalize etti, sürekli siyasal kriz yaratan bir hale getirdi. Sünni Arapların ülkedeki siyasal temsil düzeyindeki zayıflık mezhepçi örgütlenmeleri güçlendirirken, Irak haritasının tamamen Şii-Sünni-Kürt kimlikleri ve mezhepleri üzerinden şekillenmesi de ülkenin bütünlüğünü tamamen ortadan kaldırdı.
Doğrudan ABD’nin sömürgeci güç olarak kendi masasında kurguladığı ve ülkeyi siyasal olarak kırılganlaştırılan, sürekli yeni iç savaş potansiyelleri ve siyasi krizler üreten sistemin sorunları, geçen yıllarda da kendisini göstermeye devam etti. Irak’ta El-Kaide, vb. örgütlerin saldırıları on yıllarca kesintisiz olarak sürdü, Suriye savaşının patlak vermesinin ardından IŞİD, Irak’ın dağınıklığı ve zayıflığı sayesinde ülkede çok hızlı bir şekilde topraklarını genişletti, siyasal egemenliğine Amerikan emperyalizmi tarafından el koyulan Irak, başta da ABD ve İran olmak üzere farklı jeopolitik güçlerin vekil gücü haline geldi. 2003’te Irak’a “demokrasi getirmek için” başlatılan işgalin sonucu, anayasal temelden parçalanmış bir ülke, yerleşik kimlik gerilimleri, sonu gelmeyen cihatçı terör ve ülke kaynaklarının sürekli düzeyde yağmalanması oldu. ABD, Irak’ta gördüğü “fırsatları”, gelecek yıllarda Libya ve Suriye’de de gerçekleştirmek isteyecekti.
∗∗∗
LİBYA: NATO HEDİYESİ BİTMEYEN İÇ SAVAŞ
Afganistan ve Irak savaşlarının kanlı bilançosunun Amerikan müdahaleciliğine negatif yansıması ve yarattığı meşruiyet krizi, 2010 Arap baharında kimi ülkelerde siyasal İslamcı güçlerin iktidarı ele geçirmesiyle bir nebze yumuşadı. Özellikle ABD’nin tamamen kontrolünde olmayan ülkelerdeki siyasal isyanlar ve iktidar değişiklikleri, Washington’da yeni bir fırsat penceresi açtı. Haritada Suriye ve Libya, Irak’ta geçen kanlı 8 yılın ardından yeni işgal hedefleri olarak seçildi.
BAĞIMSIZ AFRİKA KORKUSU
Bölgenin en büyük petrol rezervlerini barındıran Libya’nın bağımsızlığına kavuşması, sağlık ve eğitimin ücretsiz hale getirilmesi, okuma yazma oranının dört katına çıkarılması ve ülkenin laik bir temelde kalkınması sürecinin başrolü olan Kaddafi, Arap baharından en az etkilenen ülkeydi. Yanı başında Mısır ve Tunus’ta yaşanan kitlesel ayaklanmalara karşın, Libya’da kendiliğinden gelişen ciddi bir eylemlilik yaşanmadı. Ancak on yıllardır Amerikan karşıtı bir pozisyon ile dedolarizasyon ve Afrika birliğini savunan Kaddafi’nin bir toplumsal ayaklanma ya da iç savaşla devrilme ihtimali ABD açısından Mısır ve Tunus’tan çok daha kıymetliydi. Nitekim eşzamanlı olarak Suriye’de yapıldığı gibi Libya’da da ABD başta olmak üzere emperyalist blok el altından para ve silah desteği verdiği örgütlenmeler üzerinden yapay bir toplumsal ayaklanma örgütlemeye girişti. Kaddafi hükümetinin bu ayaklanmaları bastırma girişimi NATO müdahalesi için yeterli bir sebepti. 2016 Amerikan seçimlerinde Clinton’ın sızdırılan mailleri de Libya’ya müdahalenin temelinde Kaddafi’nin dolar yerine Afrika’nın ortak para birimi olarak altın dinarına geçilmesi için yatırım yapma “suçu” olduğunu ortaya çıkardı.
19 Mart 2011’de Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan orduları başta olmak üzere tüm NATO üyelerinin desteği ile Libya’ya hava bombardımanı başlatıldı. Libya ordusunu imha ederek Kaddafi’yi devirmeyi hedefleyen operasyon, 400’den fazla sivilin katledilmesine sebep oldu. NATO hava saldırılarının desteklediği Ulusal Geçiş Hükümeti güçleri Trablus’u ele geçirdikten sonra iktidardan düşen Kaddafi, muhalifler tarafından yakalandı, işkence edilip öldürüldü. NATO’nun desteklediği sözde “özgürlükçü” Geçiş Hükümeti, Kaddafi’nin cesedini halka göstermek için günlerce soğuk hava deposunda sergilendi.
BİTMEYEN İÇ SAVAŞ
Doğduğu İtalyan Libya’sından çıkıp, ülkeden İtalyan güçlerini kovan Kaddafi, 2011 yılına gelindiğinde ABD önderliğinde ülkenin sömürge döneminden bu yana yıllarca kanını emen İtalya ve Fransa’nın askerî müdahalesiyle iktidardan indirildi. Libya ordusunun silahları ele geçirilip, alelacele Suriye’deki yeni muhalif güçlere teslim edildi. Kaddafi’nin ölümü sırasında ve sonrasındaki vahşet, Libya’nın gelecek 13 yılda yaşayacaklarının habercisiydi. Libya’da NATO bombardımanı ve Kaddafi’nin devrilmesinden sonra, Amerikan destekli gruplarla oluşturulmaya çalışılan geçiş hükümeti süreci ise ancak 2 yıl dayanabildi. 2014’te, meclisteki iki büyük partinin girdiği iktidar yarışı, ülkede müdahale sonrası oluşan çok parçalı yapı, Amerikan işgallerinin güçlendirdiği İslamcı eğilimler ülkeyi hâlâ neticelenmemiş bir iç savaşa sürükledi. İktidara gelen Ulusal Kongrenin yolsuzlukları, kadınlara yönelik baskıları, antidemokratik uygulamalar, NATO bombardımanının yıkımı tamir edilememiş ülkede yeni bir iç savaşı getirdi. ABD, Türkiye, Katar karşısında ise Rusya’nın vekil güçler üzerinden sürdürdüğü iç savaş, ülkenin Kaddafi sonrası kırılganlaşan tüm birliğini ve altyapısını imha etti. IŞİD belli bir dönem ülkede güç sahibi oldu. Geçmişte halkın enerjiye erişimi son derece düşük fiyatlarla olan petrol zengini Libya’da bugün hâlâ kesintisiz bir elektrik sistemi sağlanabilmiş değil. Ülkenin petrol rezervleri bombardımanı gerçekleştiren ülkeler arasında bölüşüldü. ABD doları, Fransızlar petrol yataklarını kurtardı. Libyalılara ise 10 binlerce sivil ölümünün yanı sıra artık sonlanacağına dair bile umut olmayan bir iç savaş kaldı.
https://www.birgun.net/makale/hatirlatmalar-ortadoguda-amerikan-demokrasisi-587202